Ahir Zaman Fitneleri ve Figüranları

Ahir zamanın en büyük özelliği, fitne ve fesadın karanlık geceler gibi insanların üzerine çökmesi ve kargaşanın, anarşinin, terörün, ölümlerin ve öldürülmelerin arttığı, depremlerin ve çöküntülerin arka arkaya yaşandığı zaman olmasıdır. Böyle bir zamanda hiçbir şeyin kararında kalmayacağı gibi, insan imanını da muhafaza edemeyecektir. Avucunda kor ateş taşır gibi, sinesinde onu taşıyacak ama buna gücü yetmeyip çaresizlikleri yüzünden ondan vazgeçenler olacağı gibi, hayatını devam ettirmek veya cazip fitnelere, zaaflarına, şehvetine ve arzularına kaptıranlar ve böylece onu kaybedenler de olacaktır:


“Kıyametin önü sıra karanlık geceler gibi fitneler vardır. O fitne döneminde adam sabah mümin, akşam kâfir olur ve akşam mümin, sabah kâfir olur. O zaman oturan, ayakta durandan, ayaktaki yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. O zaman gelince okları kırın, kirişlerini koparın, kılıcınızı da taşa vurun (silahları bırakıp) evlerinize çekilin. Birinizin evine girilse ve üzerine varılsa o zaman Âdem (a.s)’ın iki oğlunun hayırlısı gibi olun (yani öldürülen gibi olun).”[1]

Kıyamete az bir zaman kala gönüllerden sevgi ve saygı kalkacak, merhametin eseri kalmayacak, zulümler ve haksızlıklar yeryüzünü saracak, evlat ana-babasına asi olacak. Eşler ihanete başlayacak ve para kimdeyse ona gidilip yanaşılacak. Artık öyle bir hale gelinecek ki, her türlü ahlaksızlık açıkça yapılır hale gelecek. Vefasızlık ve kopukluklar sökün edecek, insanlar koyun postunda kurtlara dönüşecek, yalan, hile ve aldatma sıradan işler haline gelecek. Öyle olacak ki, anneler ve babalar çocuk doğurup piyasaya saldıklarına pişman olacaklar. Huzur evlerine veya sokaklara terk edilen yaşlıların, acizlerin sayısı gün geçtikçe artacak. Bu yüzden dünyaya bir evlat getirmektense, hayvan beslemek ve onların dostluğuyla yetinmek tercih edilecek. Daha kötüsü var evet. Bir hadis-i şerifte, kaygıları kursakları, dinleri paraları ve kıbleleri kadınlar olacak, alabildiğine serkeş ve basit, Hz. Ali (r.a)’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, her türlü gayrı meşruluğu meşru sayarak rahatlıkla yapan insanlardan bahsedilerek şöyle buyrulmaktadır:

İnsanlar üzerine bir zaman gelecek, kaygıları kursakları, şerefleri malları, kıbleleri kadınları olacak. Dinleri de altın ve gümüşleri olacaktır. Bunlar halkın şerlileridir ve Allah yanında onların nasibi yoktur.”[2]

Bütün bunlar olacak ve hatta daha kötüsü de olacak, bu yüzden de artık insanlar yaşamak istemeyecekler. Bunlardan bir kısmının toplu halde anlatıldığı bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir:

“Kıyamet yaklaştığında, sarık giyenler çoğalır, ticaret artar, mal çoğalır, mal sahibine malı için tazim edilir, fuhuş yayılır, çocuklar amir durumuna gelir, kadınların sayısı artar. Sultan zulmeder, eksik ölçü ve tartı yapılır. Bir kişinin köpek yavrusunu yetiştirmesi, kendi çocuğunu yetiştirmekten kendisine daha cazip gelir. Büyüğe hürmet, küçüğe merhamet edilmez ve gayrı meşru çocuklar çoğalır. Hatta yol ortasında adam kadınla birleşir. İnsanlar, kalpleri kurt olduğu halde koyun postuna bürünürler. O zamanda insanların en iyi görüneni “müdâhin” olanıdır.”[3]

Evet, “Müdâhin” yüze gülüp dalkavukluk yapan demektir. Ancak iyi görünmenin yolu sadece dalkavukluktan geçmez. Müminler de mutlaka kötü olmak veya kötü görünmek zorunda değillerdir. O zaman bu hadisten bir ders alıp, başkalarıyla iyi geçinmeye, barışsever olmaya yönelik bir tavır ve davranış sergilemek de mümkündür. Çünkü insanlar, işlerine karışanları fazla sevmez. Bu sebeple, ahir zamanda gördüğümüz her şeye müdahale etmek veya yanlışları düzelteceğiz diye baş yarıp göz çıkarmak gerekmez. Bilindiği gibi insanın, “her söylediği doğru olmalıdır, ancak her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir.” Yani dalkavukların hüküm sürdüğü bir zamanda fazla göze batmadan kendi işine bakıp başkalarının yanlışlarıyla meşgul olmamak, işlenen zulüm ve haksızlıklara, yapılan ahlaksızlıklara taraftar olmamak ve onların dedikodusunu yapmamaktır. Nitekim Bediüzzaman, II. Dünya Savaşı sırasında, cami imamlarının bile alelacele namazın farzını kıldırıp kahvelere radyo dinlemeye, yeni haberler almaya koştukları ve dünyanın bütününü ilgilendiren bir savaşın yapıldığı heyecanlı dönemde, 8-10 yıl radyo dinlememek, gazete okumamak ve hiçbir şekilde haber dahi sormamak suretiyle talebelerine kalıcı bir ders vermiştir. Bunun sebebini soranlara, “çünkü bir insanın bu dünyadan imansız gitmesi karşısında Alman ve İngiliz kadar akla ve servete sahip olanların bile önleyemeyeceği kadar büyük bir zarar söz konusudur. Oysa biz, insanların imanlarını kurtarmalarına vesile olmaya çalışmakla mükellefiz, günlük gazetelerin dedikodularını okumakla veya medyanın taraftarlıkla anlattığı yalanlarla meşgul olmakla değil… Çünkü kâinat kendisi için yaratılan ve her biri bir küçük âlem olan insanın, imansız olarak ahirete gitmesi, onun ebedi cehenneme gitmesi demektir ve bunu hiçbir şeyle önlemek veya telafi etmek mümkün değildir. Bu yüzden biz, İngiliz kadar akla, Alman kadar servete ve kuvvete sahip olsak bile, bütün gücümüzü insanların iman ve hidayetine vesile olmak için sarf etmekle memuruz ve bunu yapmalıyız!” Şeklinde cevap vermiş ve ayrıca bu savaşa katılan iki cepheden birine taraftar olma ve onların işlediği zulüm ve haksızlıklara oturduğu yerden ortak olmak tehlikesini de hatırlatarak, sakınmak gerektiğini vurgulamıştır.

Bugün de biz aynısını yapmasak veya çoğalan yayın araçları nedeniyle yapamasak bile, en azından çevremize sulh ve sükûn, barış ve kardeşlik telkinleri yapabiliriz. Ayrıca iki tarafın da “zahire” göre bile olsa, Müslüman olduğunu göz önünde bulundurursak, işimiz bir hayli zordur. Bu tür olaylara İslam tarihinin çeşitli zamanlarında da rastlamak mümkündür. Kâfir ve zalimlere karşı durmak kolaydır. Ama iki taraf da Müslüman olunca kim haklı kim haksız ayırt etmek zordur. Bildiğimiz ve gördüğümüz şekliyle devlet gücüyle Müslüman kardeşinin üzerine yürümek akla, insafa ve vicdana göre haklı bile olsalar, haksızlık güç kullanan taraftadır. Normalde bize göre hak kuvvette ve kuvvetlide değil, kuvvet haktadır. Dolayısıyla zayıfın yanında olmak hakka hürmetin ifadesidir. Bu durumda devlet gücü, haksızlığın açık belirtisidir ve ehli insafa yakışan bu gücün yanlış kullanıldığını kabul etmek ve enerjimizi kâfire, zalime harcamak ve kullanmak gerekirken, mümin kardeşlerimize kullanmak hiçbir insaf ve vicdani yarıyla bağdaşmaz.

Çok fazla politize edilip gerildiğimiz şu günlerde, fitneden kurtulmanın en önemli yolu, siyasilerin yaptığı yanlışlara, zulüm ve haksızlıklara, düştükleri durumlara düşmemek ve günahlarına ortak olmamak ve yarım asrı aşkın bir zamanda aldığımız yolda, İslâmî hizmetlerdeki yolumuza devam etmeliyiz. Özellikle Risale-i Nur talebeleri olarak bu konuda kenetlenmeli, asla ve kata siyasilere ve ehli dünyaya gereğinden fazla yaklaşmamalıyız. Çünkü “aramızdaki dere pek derin” ve uçurum pek büyüktür. Boşluğu doldurup hattı muvasalayı temin etmemiz de mümkün değildir. Çünkü siyaset, gene üstadın deyimiyle, muhaliflerini yutmakla ve refüze etmekle beslenen bir tür canavarlıktır. Özellikle dini kullananlara aldanmamak, daha önce gördüğümüz kötü örneklerin ve yediğimiz tokatların bizde bıraktığı derin izler ve yaralar yüzünden pek elzemdir. Başka bir hadiste ise özellikle ters yüz edilen gerçeklere dikkat çekilerek şunlar haber verilmektedir:

“Kıyametin önü sıra hilekâr seneler vardır. O zamanlarda emin (güvenilir) adamlar töhmet altında bırakılır ve hainlere güvenilir ve emin kimseler susturulur, yalancıya emin gözü ile bakılır. Ve “Rüveybida” söz sahibi olur.

“Rüveybida kimdir?” diye soruldu.

“Ammenin (genelin yani toplumun) işleri hakkında söz sahibi olan sefih (ahlâksız) kimseler” denildi.”[4]

Bu türlü olaylar, artık günlük ve çok sık yaşadığımız, sıradan olaylar haline geldi ve bunlar kıyamet saatini hızlandırmaya birer sebep teşkil etmektedir. Ehli imanı uyarmak ise bizim görevimizdir. Biz, bu görevimizi yapmaya, elimizden başka bir şey gelmediği için de en azından zulme ve haksızlığa ortak olmadığımızı kalben “buğz” ederek sıkça vurgulamaya devam edeceğiz…


[1] Râmûzü’l-Ehâdis, s. 121/5.

[2] Râmûzü’l-Ehâdis, s.504/7.

[3] Râmûzü’l-Ehâdis, s.33/7.

[4] Râmûzü’l-Ehâdis, s. 121/2.