Dua Üzerine Düşünceler

a) Dua Etmenin Neresindeyiz?

Dünya 2000 yılının başlamasıyla birlikte adeta bir dua iklimine girdi ve hiç olmadığı kadar dua etmeye başladı. Dua hakkında yazılan birçok kitap ve dua üzerine yapılan çeşitli deneyler, çalışmalar, duanın gücünü ve esrarını çözmeye, anlamaya çalışıyorlar. Sadece din adamları veya ilahiyatçılar değil, laboratuvar ortamında çalışan ve “görmediğine inanmayan” bilim adamları da duanın gücünü keşfetmeye soyundu ve bunda da başarılı oldular.


İnsanlığın yaşadığı kargaşa ortamı, bulanık havalar, buhranlar, terör, gerginlikler, toplumlar ve milletlerarası tahammülsüzlükler, savaşlar, bir yığın manevi ve psikolojik rahatsızlıklar getirip acizliğimizi ortaya koydu. Bu durum, topyekûn insanlığı, elinden tutup kurtaracak, buhran ve bunalımlarına çare olacak, şikâyet ve dertlerini dinleyip anlayacak, acı ve ıstıraplarını hafifletecek, sığınacak bir yer aramaya sevk etti. Bu da, herkesin ve her şeyin üstünde bir güç olmalıydı ki, olanlara “dur!” diyebilsin; çıkarsız, beklentisiz bir sevgi ve şefkatle sevip istek ve ihtiyaçlarına cevap verebilsin… Dünya ve dünya üzerinde ne böyle bir makam ve mevki var ne de böyle bir güç ve kuvvet sahibi başka bir varlık…

Bu makam ve mevki, ancak ve yalnız, insanlığın tek yaratıcısı, tek ilahı, tek hükümdarı ve bütün mahlûkatın duasının tek kıblesi, bütün dil ve dinleri bilen, bize bizden daha yakın olup her çağrımıza “lebbeyk: buyur ey kulum” diye cevap veren Rabbimiz olabilirdi. İşte bu durum da bize her zamankinden daha çok duaya ihtiyacımız olduğunu öğretti. Şu an dünyanın en materyalist ülkeleri ve insanları bile dua ile bir yerlerden yardım istiyor ve imdat bekliyor. Çünkü çaldığı her kapı yüzüne kapandı, gittiği her yerden kovuldu, el-etek açtıkları yüzüne bakmadı ve onu istihkar etti, hafife aldı, onurunu şerefini çiğnemeden hiçbir şey vermedi…

Bu yüzden sadece O’na dua etmek gerekiyor! Hem de içten ve yürekten… Bütün istek ve ihtiyaçlarımız için yalnız ve ancak ona dua etmek çözüm olabilir. İhtiyaç ve isteklerimizi elde etme, dert ve tasalarımızdan kurtulma konusunda bize sadece o yardım edebilir. O’na dua ederek ve ondan yardım isteyerek aşamayacağımız sıkıntı, üstesinden gelemeyeceğimiz üzüntü, gam ve keder, dert ve tasa yoktur. İster maddî, ister manevî hiçbir dert ve tasa onun izni olmadan bize gelip musallat olamaz, bize ulaşamaz. Bildiğimiz veya bilmediğimiz bütün bela ve musibetler, sadece onun emri ve izniyle gelir ve yine sadece onun müsaadesiyle gider…

O halde, yerde ve gökte olup biten her şeyin hâkimi, görünen, bilinen ve görünüp bilinmeyen bütün mahlûkatın sahibi, yöneticisi; irade ve ipini elinde tutup sevk edeni, mutlak sahibi ve hükümdarı olan Allah’a dua etmek; onun yardımını istemek, halimizi ona arz edip “ben şu haldeyim” demek gerekmez mi?

İşte bu inanç ve anlayışla yapılan bir dua ve yakarış, işlerimizi tahmin ettiğimizden daha fazla kolaylaştıracak, sıkıntılarımızı giderip dert ettiğimiz şeyleri bizden uzaklaştıracaktır. Çünkü başımıza gelen her türlü bela ve musibeti bir imtihan unsuru, bir tekâmül vesilesi olarak “gönderen odur” demesek de davet eden biz olduğumuz için izin verip gelmesine yol açan odur. O bela ve musibet, o dert eğer bizi gereğinden fazla sıktı ve artık dayanılmaz hale geldiyse, izin verdiği gibi bir anda iznini iptal edip geri de çekebilir. O halde:

“Ey göklerin ve yerlerin hâkimi! Ey bütün mahlûkatın sahibi ve ey her şeyin olduğu gibi benim de Rabbim!” diye, yine ona çağırıp yardım istemek gerekmez mi?

Hatta ona seslenip “beni taciz eden, yaralayan, üzen ve ezen şu zararlı mahlûkatını, taciz eden varlıklarını geri çağır, üzerime çullanmasınlar, onları benden uzak tut, beni kurtar. Aç biilaç kaldım, bahtına düştüm, senden başka kimsem yok… Bana biraz ekmek, biraz katık, biraz süt, biraz yoğurt, biraz da bal-kaymak ver…” diye, dua edip ihtiyaçlarımızı arz etmek ve sadece ondan istemek gerekmez mi?

Bütün dertlerimize ve isteklerimize çare olacak, bizi boğup bunaltan şeylerden kurtarıp rahatlatacak, huzurlu ve mutlu kılacak olan sadece onlara hükmeden değil midir? O halde neden başka yerlerden medet bekliyor, neden yanlış kapılar çalıyoruz? Onun kapısında bekleyip açtırıncaya kadar boynu bükük beklemek ve ısrarla o kapıyı çalmak ve istediğimizi alıncaya kadar da yalvarıp yakarmak, dil dökmek doğru ve mantıklı değil midir?

Hangi konuda olursa olsun, inanarak ve hissederek yapılan dua, mutlaka neticeye ulaştırır, böyle bir dua ile de insan istediği şeyi elde eder. Zaten hadislerde de işaret edildiği ve bu işareti güzel algılayan Hz. Mevlana’nın da dediği gibi, “Senin ona dua etmen, onun kabulü sayesindedir.” Başka bir deyişle, eğer senin duanı kabul etmeyecek olsa sen dua edemezdin, ettirmezdi, kapısında yalvartıp temsilde hata olmasın başını şişirmene izin vermezdi. Bediüzzaman’ın dediği gibi “Vermek istemese, istemek vermez; sana istetmezdi…”

Bir mümin yüce Allah’tan istekte bulunduğu zaman vereceğine inanmalı ve ümit etmelidir. Çünkü Allah (c.c), kullarının kendisine boyun bükerek dua edip yalvarmalarından hoşlanır, mahzunca ve gözyaşıyla dua eden kulunu ise daha çok sever.

b) Duanın Kabulü Seninle İlgili

Bana çok enteresan gelen, çok etkileyen ve haddim olmadığı halde ümit ettiğim ve belki uzak bir ihtimal ama birçok duası kabul olamayan, istediğine ulaşamayan ve bazılarına ancak belli bir yaştan sonra kavuşan bir talihsiz olarak… “Olmaz ya hani belki, acaba beni de sesini, yalvarıp yakarışını, ağlayıp inleyişini, duyup dinlemekten hoşlandıkları arasında sayar mı?” diye, düşündüren… Düşünürken bile içime bir huzur ve sıcaklık veren, dua etme şevki kazandıran ilginç bir hadis-i şerifte, bir sevinç vesilesi buldum. “Dualarım kabul olmasa da olur artık” dedirten bir müjdeydi sanki bu…

Hadiste neler var bakın, belki benim gibi düşünenler çıkar da kabul edilmemiş veya beklemeye alınmış duaları için artık üzülmez ve içi rahatlar diye, sizlerle de paylaşmak istedim:

“İnne’l-abde’l-mü’mine leyed’ullâhe feyekûlü’llâhü teâlâ licibrîle; “Lâ tücibhü, fe innî ühıbbü en esme’a savteh” Ve izâ deâhü’l-fâciratü kâle: “Yâ cibrîlü akdi hâcetehû innî lâ ühıbbü en esme’a savteh!”

“Bir mümin Allah’a dua edince, Allah-ü Teâlâ Cibril’e emir verir; “Onun duasına cevap verme; çünkü ben onun sesini işitmeyi çok seviyorum” der. Bir fâcir (günahkâr, kâfir veya münafık) dua edince de: “Yâ Cibril, onun istediği şeyi hemen ver; çünkü ben onun sesini duymak istemiyorum” buyurur.” Sizce de ilginç değil mi?

Bu hadisin başka bir rivayeti de az farkla şöyledir: “Bir fâcir (kâfir veya münafık) Allah’a dua edip bir şey istediği zaman, yüce Allah i’ta (istekleri vermekle görevli) meleklerini çağırır ve onlara “bu adam ne istiyorsa çabuk istediğini verip başımdan def edin; zira ben onun sesini duymak istemiyorum” buyurur. Mümin bir şey istediği zaman ise, i’ta meleklerine bu defa da “bu mümin kulumun isteğini biraz geciktirin; zira ben onun sesini duymaktan hoşlanıyorum” buyurur.

Yüce Allah’ın, kullarının bütün istek ve ihtiyaçlarını bildiği halde: “Dua edin ki kabul edeyim, isteyin ki vereyim” buyurmasının sebep ve hikmetleri vardır. Bunlardan biri de bizde kulluk bilincini yerleştirmektir. Çünkü biz kuluz ve aciziz, muhtacız. Allah ise Samet’tir, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve her şeyin, herkesin kendisine muhtaç olduğu, her şeye gücü yeten mutlak güç ve irade sahibi, mutlak zenginlik sahibidir. Her şeyin gerçek sahibi ve yaratıcısıdır. Kul, bu büyük makama karşı saygılı olmalı, haddini bile bilerek, gurur ve kibri atıp boyun eğmelidir. Keza kul, aczini ve ihtiyacını ortaya koyarak, tevazu ve huşu içinde, umarak ve korkarak yalvarıp yakarmalı ve sadece Allah’tan istemelidir. Böyle bir havada, böyle duygu ve düşüncelerle isteyen kullara vermemek Allah’ın şanına yakışmaz, bunu da kendisi biliyor. Bir kutsi hadiste Resul-i Ekrem (s.a.v), yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu bildiriyor:

“Ey Âdemoğlu, sen bana dua ve ricada bulun ki, senin günahlarını af ve mağfiret edeyim. Ey insanoğlu eğer ki günahların yerleri ve gökleri dolduracak kadar bile olsa, tevbe-istiğfar etsen günahlarına mağfiretle karşılık verir, seni affederim.”

Cenab-ı Hak Meleklere: “Takvaya da ehilim; iman ve ibadet edilmeye de; azabım ve cezamdan korkulmaya da layığım” buyurmaktadır. Başka bir Kutsi hadiste ise şöyle buyrulmaktadır:

“İzâ kâle’l-abdü: “Yârabbî, yârabbî!” Kâlallâhü: “Lebbeyk, abdî Sel tu’ta”: Bir kul Rabbine güzel bir eda ile yürekten; “Yâ Rabbi, Yâ Rabbi!” diye çağırdığı zaman yüce Allah ona hemen: “Lebbeyk ey kulum, iste ki sana verilsin” buyurur.

Öyleyse Allah’tan isterken kalbi durumunuzu gözden geçirin ve istemeye devam edin. Israr edin ki duanız mutlaka kabul edilsin ve isteğiniz yerine getirilsin

c) Dua, Belalara Karşı Etkili Bir Silahtır

Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Dua müminin silahıdır.”

Bu silâh, belâlara, musibetlere, kazalara, bilmediğimiz, görmediğimiz düşmanlarımıza karşı kullanılabilecek, oldukça etkili bir silâhtır. Bu silâh, kulların üzerine inen veya inebilecek her türlü tehlikeye, cinlere, şeytana, büyüye ve nazara karşı kullanılmaya yarayan bir silahtır. Kısacası bu silah, maddî-manevî, dünyevî-uhrevî, görünür-görünmez, bilinir-bilinmez her çeşit kötü ve kötülüğe karşı kullanılan ve bu kötülüklerden insanı koruyan etkisi oldukça büyük ve kullanımı da kolay bir silahtır.

Dua, insana gelecek olan belâyı önler veya geri çevirir. Dua sebebiyle insan belâlardan, kazalardan ve her türlü felâketlerden korunup kurtulur. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Dua, başa gelen belâyı geri çevirir, defeder” buyrulmuştur. Bir başka hadisi şerifte ise “Dua, size indirilen ve indirilmeyen musi­betlere karşı fayda verir. Öyle ise, ey Allah’ın kulları Rabbinize dua ediniz!” buyrulmuştur. Başka bir hadiste ise şöyle buyrulmuştur: “Kaza ve belayı duadan başka hiç bir şey geri çeviremez. Ömrü de iyilikten başka bir şey uzatmaz.”

Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfireti, insanların üzeri­ne dua sebebiyle iner. Dua ile insanlar her türlü arzu ve isteklerini, her çeşit ihtiyaçlarını Allah’tan isterler; yalvarıp yakarırlar, tazarru ve niyaz ederler. Cenâb-ı Hak da lütuf ve kere­minden kullarının arzu ve isteklerini yerine getirir. Keza dua sebebiyle kullarına rahmet ve mağfiret kapılarını açar, lütuf ve ihsanıyla üzerlerine rahmet yağdırır; rahmetinden de bir damla bile eksilmez. Nitekim bir hadiste:

“Dua rahmetin anahtarıdır” buyrulmuştur.

d) Esmâü’l-Hüsna İle Dua Etmek

Bir mümin Allah’a dua ederken, Allah’ın bu 99 isminden herhangi biri ile dua etse de caizdir ve kabul edilir. Nitekim bir ayet-i kerimede:

قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ اَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى

“De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur.” (İsra, 17/110) buyrulmaktadır.

Hangi konuda dua edebileceğimiz hakkında ise bir kısıtlama yoktur:

Âişe (r.a.) Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şöyle buyurduklarını ri­vayet ediyor:

“Ayakkabınızın bağına varıncaya kadar her şeyi Allah’tan isteyiniz. Çünkü Allah bir şeyi müyesser etmeyince o şey elde edilemez.”[1]

Bu bir temsil ve teşbihir. Nitekim bir hadiste de: İbni Mes’ûd (r.a)’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Cennet size, ayakkabınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.” 

O halde bize bu kadar yakın olan cenneti istemek ve yine bir adımla içicine düşebileceğimiz kadar yakın olan cehennemden de Allaha sığınmak gerekmez mi?


وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونٖى اَسْتَجِبْ لَكُمْ اِنَّ الَّذٖينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْعِبَادَتٖى سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرٖينَ

“Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duânıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.”(Mü’min, 40/60)

Cenâb-ı Allah’a dua ederken isim­lerinden hangisi ile edilse caizdir. Çünkü Cenâb-ı Allah’ın 99 Esmâü’l-Hüsnâ’sı bizlere bildirilmiştir. İslam bilginlerinden “Cenâb-ı Allah’ın 6.000 ismi vardır” diyenler olduğu gibi, “3000 ismi vardır” diyenler de vardır. Buna göre, 1000 ismini melekler bilirler, 1000 ismini de Nebiler bilirler. İnsanlara bildirilen 1000 isim olduğunu söyleyenler, bunların 300’ünün Tevrat’ta, 300’ünün Zebur’da, 300’ünün İncil’de ve 99’unun da Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğini söylemekte, bir isminin de Kur’ân-ı Kerim’de gizli olduğunu onun da “İsm-i A’zam” olduğunu söylemektedirler.

Ayet-i kerimedeki çağırma veya duadan maksat Allah’a isim vermektir. Ayet-i kerimenin nazil olmasına da sebep olan husus ise şöyledir: Müşrikler Peygamberimiz (s.a.v.)’in: “Ya Allah, ya Rahman!” dediğini duymuşlar ve bunun üzerine, “O, hem bizi iki ilah edinmekten men ediyor, hem de kendisi iki ilah tanıyor!” diye dedikodu yapmışlar. Cenâb-ı Hak da, bu ayetle, Allah isminin de Rahman isminin de ve hatta diğer bütün güzel isimlerinin de (Esmâü’l-Hüsna) kendine ait olduğunu vurgulayarak, birçok ismi bulunmasının birliğine bir zarar vermediğini bu ayet ile açıklamıştır.

e) Duanın Kazandırdıkları

Dua, kulluğun en önemli parçalarından biridir ki, insana değer kazandırır. Öyle ki yüce Allah dua etmeyene değer vermez. Bilindiği gibi zekât ve hac zenginlik isteyen ibadetlerdendir. İmkânı olmayan hali vakti yerinde olmayandan düşer, sorumlu tutulmaz. Namaz, oruç gibi ibadetler de sağlık ister. Hatta zaman, mekân, imkân ve bilgiyi gerektirir. Bunları bahane eden birtakım insanlar da ihmal ederler. Ancak dua için hiçbir mazeret ve hiçbir şart yoktur, zaman ve mekâna da gerek yoktur, paraya pula da… İşte bu yüzdendir ki yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“(Ey Muhammed, kullarıma) De ki: Duanız olmazsa, Rabbim size ne diye değer versin” (Furkan,25: 77)

Allah’ı zikretmek ve ona dua etmekle insanın vücudu güzelleşir, yüzü nurlanır, alnı parlar ve belirgin bir işaret sahibi olur. Gerek insanlar, gerek melekler tarafından tanınır hale gelir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de buna dikkat çekilerek; “Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir.” (Fetih, 48/29) buyrulmaktadır.

Dua İle Kazandıklarımız

Dua etmenin sayısız faydaları ve hikmetleri vardır. Hadislerde bildirilen bazı faydalarını ve hikmetlerini ise şöyle sıralayabiliriz:

» Dua ile insanın iradesi güçlenir, ruhu canlılık kazanır ve kuvvetlenir.

» Dua ile insanın olaylara ve dünyaya bakışı değişir, basiret ve feraset sahibi olur; gözleri aydınlanır ve nurlanır.

» Dua ile insan, hem insanlar ve manevi varlıklar tarafından hem de yüce Allah tarafından sevilip sayılır. Bu vesile ile de yerde ve gökte sevilip sayılır; sevdirilir, saydırılır ve kalplerde onun için bir sevgi ve dostluk hâsıl olur.

» Dua ve zikir sayesinde insana zararlı varlıklar yaklaşamaz. Kalbi Allah nuru ile aydınlanan kimseden, şeytan ve cinler uzaklaşır; işine ve ibadetlerine bulaşıp vesvese veremez, fitne ve fesat karıştıramaz, temiz ve huzurlu yaşar.

» Dua ve zikirle insan, bütün iyiliklere kalbini açar ve onlarla dolar. Güzel ahlâk ve anlayış sahibi olmasına vesile olur. İnanç ve ibadetlerinde istikamet sahibi düzgün bir kişiliğe sahip olur.

» Dua, zikir ve ibadete devam eden kimseler; akıllı, basiretli olur ve gafletten uzak bir hayat sürer. Şeytan, cin ve büyü tesirinden uzak kalır; şeytan ve habis ruhların insanlar üzerinde yapmış olduğu tahrifattan kurtulur ve korunur.

» Dili sürekli dua ve zikirle ıslak olan kimseyi, sürekli teyakkuz halinde olduğu için ecel de gafil avlayamaz. Büyük ve yüksek ruhlu kimselerin vefat ettiği gibi, imanlı, itikadı düzgün, tertemiz bir havada ruhunu teslim eder. Güzel bir ölümle ölmüş olur, gafillerin düştüğü çukura düşmez. Bu nedenle de inşallah kabri de cennet bahçelerinden bir bahçe gibi süslenip onu karşılar.

» Dua eden kimsenin, meşru ve helal olan bütün dilek ve istekleri Allah tarafından kabul edilip yerine getirilir, bu dünyada hiçbir kimseye muhtaç olmaz.

Şimdi, kim olduğunuza ve Mevla’nın katında nasıl bir ilgi ve sevgiyle karşılandığınıza ve göklerde size nasıl bakıldığına siz karar verin! Hırsla istediğiniz şeylerin sizin hayrınıza mı şerrinize mi olduğuna da ayrıca siz karar verin de sakın aleyhinize olacağı için o an istediğinizi yapmadı, yerine getirmedi diye Mevla’ya küsmeyin sakın! Bir de şu var ki, kabul edilmeyen dualarımız da bizim lehimizedir ama biz ilk bakışta bunu anlayamıyoruz. Bugün ısrarla olmasını istediğimiz bir şey için yarın iyi ki de olmamış diye şükredebiliyoruz. İnsanız işte ve aceleciyiz. İstediğimizin hemen olması ise bazen aleyhimize olabiliyor, bunu anlamıyoruz da “yapmadı, olmadı, beni sevmiyor, duymuyor, dinlemiyor, görmüyor vs.” gibi, isyan ve ithamlarla itham hatta isyan edip Mevla’ya küsüyoruz. Hayrımıza olanı tercih etme işini ona bırakamıyoruz; bunu başarabilsek zaten her şey bizim emrimize verilecek ama başaramıyoruz. Belki bu daha da büyük bir hayırdır da ondandır.

f) Boşuna mı Dua Ediyoruz?

Dua hakkındaki bilgilerimizi de göz önüne alarak şöyle bir düşünelim ve değerlendirme yapalım: Acaba ettiğimiz dualar boşa mı gidiyor, yoksa hepsi kayıt altına mı alınıyor? Allah bizi duyuyor mu, duymuyor mu? Görüyor mu, görmüyor mu?

Bu konuda, Ebû Hüreyre (r.a.)’den nakledilen bir hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

“Sizden birinizin duası acele etmediği ve “duâ ettim fakat benim duam kabul edilmedi” demediği takdirde kabul edilecektir.”[2]

Ebû Musa el Eş’arî (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte bir savaşta idik. Savaşı bitirince Medine’ye döndük insanlar tekbir getirerek seslerini yükselttiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

“Rabbiniz sağır değildir. Uzakta da değildir; O her yerdedir.”

Ebû Musa dedi ki: Ey Abdullah bin Kays! Sana Cennetin hazinelerinden bir hazineyi haber vereyim mi? “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh.”[3]

Aslına bakarsanız dua, bizim anladığımızdan veya anladığımızı sandığımızdan da çok önemli bir ibadettir. Enes b. Mâlik (r.a.)’den rivâyete göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Duâ ibadetin iliği, beyni ve özüdür.” (Tirmizî)

Bir başka hadiste ise, Ebû Hüreyre (r.a)’den rivâyete göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Allah’a duâdan daha üstün bir şey yoktur.”[4]

Yine Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kim Allah’tan istemezse duâ etmezse Allah o kişiye kızar, öfkelenir.”[5]

Şu hadiste de dua ettiğimiz zaman neler olup bitiyor ona cevap veriliyor: Câbir (r.a.), Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediğini işitmiştir:

“Her bir Müslüman, Allah’a dua ettikçe Allah onun dileğini yerine getirir ve benzeri bir kötülüğünü ondan siler. Bu dua günah ve akraba ile bağını koparmak için olmadığı sürece böylece devam eder.”[6]

Duanın en makbulü de en sıkıntılı anlarımızdır. Ancak, sadece sıkıntıya düştüğümüz anda dua etmemek, özellikle rahat ve ferah zamanlarımızda Allah’ı unutmamak lazımdır ki o da bizi daraldığımızda unutmasın. Bakara suresinin 152. ayetinde;

“O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin” ayetini, bazı tefsirciler, “geniş ve rahat zamanlarınızda beni anın ki, daralıp bunaldığınızda, sıkıntılı anlarınızda ben de sizi anayım…” şeklinde anlayıp tefsir etmişlerdir. Tirmizî’nin Ebû Hüreyre (r.a)’den naklettiği bir hadis-i şerifte de bu hususa işaretle Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Sıkıntılı ve ıstıraplı anlarda duasının Allah tarafından kabul edilmesi her kimi sevindirirse bolluk ve rahat zamanlarında duasını çoğaltsın.”

Buraya kadar yazdıklarımızı yeterli buluyoruz çünkü diğer kitaplarımızda ve ekranda dua şuuru ve bilincini yeteri kadar işlediğimizi sanıyorum. Aldığım mesaj ve e-postaların çoğu bu yönde olduğundan böyle bir kanaate sahip oldum. Bu nedenle bu kitapta uzun açıklama ve ikna yollarına gitmeden direkt olarak uygulamalara geçeceğiz. Özellikle son zamanlarda fazlaca yaygınlaşan cin, şeytan, büyü ve habis ruhların baskılarına karşı tedavi yollarını, onlardan korunma ve kurtulma yöntemlerini el alıp anlatmaya ve çözüm üretmeye çalışacağız…

g) Duanın Kabulü İçin Gerekli Olan

Dua ederken, içimizde herhangi bir şüphe ve tereddüde yer vermeden dua etmeli, istediğimiz şeyi elde edeceğimize dair içimizde en ufak bir şüphe ve tereddüde açık kapı bırakmamalıyız. Böyle bir şey olsa olsa sadece şeytanın vesvesesi olabilir.

Dualarımızın kabul edilmesi veya reddedilmesi bizi hiç düşündürüp endişeye sevk etmemelidir. Kulluk ve dua sadece Allah için yapılmalı, mükâfat veya ceza endişesi ile yapılmamalıdır. “Bana istediğimi verirsen ben de sana kulluk yaparım, dua ederim” gibi pazarlık edici havalarda da olmamak lazım. Çünkü insanın Allah’ı deneme hakkı ve salahiyeti yoktur. Bu ve daha birçok sebeplerden dolayı da dua ederken kafamızdaki “acaba?” şüphesini kaldırıp tam teslim olmadan duaya oturmamalı, kendimizi duaya hazırlayıp öyle dua etmeliyiz. Çünkü duada şüphe ve tereddüt Allah hakkında suizan ve güvensizlik doğurur ki, bu da sadece duaların reddine sebebiyet vermez –Allah muhafaza buyursun- bizim de reddimize sebep olan bir felaket olur. Çünkü zaten sevmediğin, istemediğin, güvenip inanmadığın, hissedip anlamadığın biriyle diyaloga geçmenin bir anlamı yoktur ve neticeye de götürmez…

Bu nedenle dua ederken her şeyden arınmalı ve olabildiğince sessiz ve sakin bir ortamda tam bir teslimiyetle dua edilmelidir. Bu husus asla akıldan çıkarılmamalı, göz ardı edilmemelidir. Dua edip bir şey isterken de olağanüstü, imkânsız ve haram şeyler istenmemeli, başkalarının felaketine sebebiyet verecek dilek ve isteklerden kaçınılmalıdır. Aksi halde masum isteklerimiz bile geri çevrilip yüzümüze çarpılabilir. Biz kuluz ve istediğimiz makam da Allah’tır. Onu kendi hırs ve intikam duygularımıza, öfke ve nefretlerimize alet edemeyiz. Böyle bir hakkımız ve salahiyetimiz olmadığı gibi, onun adetlerine, kanun ve krallarına da ters hareket edip zorlayamayız ve kabul edilmeyince de “neden kabul edilmedi?” diyemeyiz. Kabul edilebilecek şeyler istemeliyiz ki, istediklerimiz olsun ve biz de mutlu olalım.

Keza, karışık bir kafa ve bulanık bir kalple edilen dua, kabule layık olmayacağı gibi kalp, kafa ve dil üçlüsünün bütünleşmediği bir dua da kabule şayan değildir. Dil, duada belki en son gelen bir takdimci, teşrifatçı veya bir ileticidir. Ancak kalp ve kafa ise öyle değildir. Kalp ve kafa yani akıl ve ruh, mutlaka birlikte hareket etmeli, dua etmeden önce, duanın kabulü için hazır hale getirilmeli, dış etkenlerden arındırılmalıdır. Bu da tamamen bize bağlıdır…

Cenabı Hak bizi, kendisine dua etmekten, tevazu ve mahviyet içinde yalvarıp yakarmaktan mahrum etmesin… Her şeye gücü yeten Kâdir Mevla’mız, yaptığınız ve yapacağınız dualarınızı kabul eylesin…


[1] Câmiü’s-Sağîr, 4/110 (4708)

[2] Buhârî, Daavât: 27; Müslim, Zikir: 17.

[3] Buhârî, Cihâd: 27; Müslim, Zikir: 17.

[4] İbni Mâce, Dua: 27.

[5] İbni Mâce, Dua: 17.

[6] Ahmed bin Hanbel, Müsned: 14350.