Günah İşleme Özgürlüğü mü; O da Ne?

Günah, hakka bir isyan, bir başkaldırı ve bir karşı koyuştur. Ruhun iflasına sebep olan bir hastalık, hasta bir ruhun aksiyonudur. Günahla kirlenmiş bir ruhun tek çaresi, kararlılık ve ciddi bir pişmanlık içinde kalıcı bir tevbedir ki, buna “Nasuh Tövbesi” de denilir.


Günah işlemek, ancak iradenin sigortasının attığı anlar için geçerli olabilir ve bu durumda bir insan mazur görülebilir; tevbe de bu tür durumlar için geçerlidir zaten. Bu da ancak kişisel günahlar için geçerli sayılabilir. Toplumsal günahlar ve kul hakkı için ne bir özgürlük vardır ne de bir müsamaha yolu. Hırsızın elinin kesilmesinin emredilmesi, terör, fitne ve fesat çıkaranların el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, katledenin katledilmesi, göze göz, dişe diş ve yaralamaları misliyle yaralama hakkına bağlayan ayetler ve daha bir sürü günahın dünyada verilen cezaları da bunun apaçık delilidir.   Konuyu Kuranı Kerim programlarından birine yazıp “ara” dediğim de karşıma konuyla ilgili 650 ayet çıktı. Evet, bu kadar çok ayet var!

İşlediği günahı “bir hak” sayıp “günah işleme özgürlüğüm” var diye yapan hele de bir başkasına ait hakkı gasp etmeyi buna dâhil edenlerin, gönül gözü olan basiretleri bağlanıp ruhları kanser olmuş ve iflah etmez hale gelmiştir. Bu durumda bir insanın şifası artık neredeyse yok gibidir. Evet, yok gibidir, çünkü bu tipler, hakka hakikate olan imanlarını da kaybetmişlerdir ki, imansız bir insanın tevbe etmesinin, yorulmaktan ve kendini kandırmaktan başka bir anlamı yoktur. Çünkü tevbe, ancak yaptığı işten pişmanlık duyan ehli iman için geçerli bir yoldur. Bu durumda olanların önce imanlarını yenileyip sil baştan başlaması ve yeniden Müslüman olması gerekir. Evet, durum bu kadar vahimdir!

Günah işleme özgürlüğü ha, o da neymiş! Böyle bir inanç apaçık küfürdür! Çünkü yapılması yasaklanmış olan bir şeyi yapmak günahtır ama günah olduğunu inkâr edip bunu bir hakmış gibi görmek küfürdür. Küfürdür çünkü tek başına hakka isyan olarak işlenmiş ve tevbe gereği duyulmayan bir günah bile insanın cehenneme gitmesi için yeterlidir. Şu ayetleri dikkatle okuyalım ve düşünelim:

بَلٰى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَاَحَاطَتْ بِهٖ خَطٖئَتُهُ فَاُولٰئِكَ اَصْحَابُالنَّارِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ

“Hayır, durum hiç de öyle değil! Günah işleyip de günahın kendisini her taraftan kuşattığı kapladığı kimseler var ya, işte onlar cehennemliktir. Hem de orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara, 2/81)

وَلَوْ اَنَّهُمْ اٰمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ خَيْرٌ لَوْ كَانُوايَعْلَمُونَ

“Eğer onlar iman edip Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınmış olsalardı, Allah katında kazanacakları sevap kendileri için daha hayırlı olacaktı. Keşke bilselerdi!” (Bakara, 2/103)

İnsan, bir noktada aciz kaldığı, başka yol kalmadığı zaman veya nefsine mağlup olup iradesi devre dışı kaldığı zaman günah işler ve bunu da ayağı kayıp düşmüş ve kendisini çamura batmış gibi düşünüp hemen toparlanır ve tevbe için mahcup bitkin olarak huzur-u ilahiye koşar, bağışlanma diler. Bilerek ve isteyerek günah işlemek fısktır. Fısk’ın bir anlamı dinden başını çıkarmak, dinin dışına çıkmaktır ki, farelere de evlerin deliklerinden başlarını çıkardıkları için evlerin fâsıkları denilir. Fare başını çıkarır evde gezer, fare yakalar veya kapana kısılır cezasını ağır bir şekilde hayatıyla öder. Fâsık da öyledir. Çünkü kural tanımayan fare gibi, fâsık da dinden başını çıkarıp günah işlemiştir. Bu da bir nevi isyandır ve fıskın anlamları içinde bu da vardır. İsyan ise Allaha karşı gelmek kurallarını çiğnemek yani inkâra kalkışmaktır. Buna göre fısk, yerine ve durumuna göre dinden çıkmak dinin kurallarını tanımamak anlamına bile gelebilir. Kur’an-ı Kerim’de; “Hiç mü’min bir kimse fâsık biri gibi olur mu? Bunlar elbette bir olmaz.” (Secde, 32/18). Buyrularak, fâsıkla müminin bir olmadığı vurgulanmıştır.

Bilerek ve isteyerek günah işlemek, iradenin yüzüne tükürmek ve iradeyi aklın kontrolünden çıkarmaktır. Günah işlemek, ehli iman için ancak kaza sonucu kontrolünü kaybedip bir yere toslamak veya kayıp düşmek gibi bir şeydir ve bu da asla müdafaa edilecek bir durum değildir. Bilerek ve isteyerek günah işlemek ise, bir fesat çıkarma işi ve bir bozgunculuktur. Oysa bize emredilen bu değildir! Dikkat edelim:

“Onlara: Yeryüzünde (küfür ve günah işleyerek, müminleri aldatarak) fesat çıkarmayın, denildiği zaman: “Bizim işimiz, ıslah etmektir.” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir.” (Bakara, 2/11-12)

Değil hırsızlık ve yolsuzluk yapmak, bunların bir özgürlük olduğunu düşünüp söylemek ve yayılmasına sebep olmak bile büyük bir günah ve azap için yeterli bir sebeptir:

فَبَدَّلَ الَّذٖينَ ظَلَمُوا قَوْلًا غَيْرَ الَّذٖى قٖيلَ لَهُمْ فَاَنْزَلْنَا عَلَىالَّذٖينَ ظَلَمُوا رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَاكَانُوا يَفْسُقُونَ

“Derken, onların içindeki zalimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle, o zalimlere gökten bir azap indirdik.” (Bakara, 2/59)

Bir başka ayette ise kesin ifadelerle başkasının malına el uzatmak, onun hoşnut olmadığı şekilde yemek ve kandırıp elinden almak suretiyle veya çeşitli hile ve desiselerle ve baskı yoluyla ele geçirmek yasaklanmıştır:

وَلَا تَاْكُلُوا اَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ

“Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin!

وَتُدْلُوا بِهَا اِلَى الْحُكَّامِلِتَاْكُلُوا فَرٖيقًا مِنْ اَمْوَالِ النَّاسِ بِالْاِثْمِ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.”(Bakara, 2/188)

Ayette emir ve hüküm açık; hiçbir izaha ve açıklamaya gerek yok. Tam da günümüzü ve hatta geçmişten günümüze bütün haksız kazanç yiyenleri anlatmaktadır. Ya haklarına dokunduklarınız, kapınıza gelip kendi hakkını kullanmaya ve “sen günah işleme özgürlüğünü kullandın, şimdi de sıra bende” diye, sizden hakkını almaya kalkarsa ne olacak? Bu da bir çeşit kısas olmaz mı? Yüce Allah (c.c), şöyle buyuruyor:

اَلشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِاعْتَدٰى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدٰى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُوااللّٰهَ وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّٰهَ مَعَ الْمُتَّقٖينَ

“Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O hâlde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın (fakat ileri gitmeyin)! Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.” (Bakara, 2/194)

وَلَكُمْ فِى الْقِصَاصِ حَيٰوةٌ يَا اُولِى الْاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

Hatta “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz!”(Bakara, 2/179) Buyuran yüce Rabbimiz, bu tür şeyleri kısasa bağlamamış mıdır ve buna göre adam haksız mı olacaktır?

Şimdi; “insanın günah işleme özgürlüğümü vardır” diye, insanları günaha teşvik edenler, bunu savunmak yanlış olduğu halde bile bile hemen savunmaya geçecekler ve bizim kardeşçe ve masumca, Kur’an’a dayanarak yaptığımız bu ikazları da bir tür saldırı sayacaklardır; eminim! Çünkü Bediüzzaman’ın dediği gibi;

“Siyasetin gözü kördür, kendi partisindeki şeytanı melek görür, başka bir partideki veya muhalif görüşü temsil eden birini de melek bile olsa şeytan gibi görüp öyle kabul edecektir.”

Böyle bir durumda, kendini haklı olarak görüp karşı tarafa gerginlik içinde saldıran ve yaptığı ikazı kabul etmeyen bir kimseyi ikaz etmek de bir işe yaramaz maalesef; aksine küfre bile sokar. Bunu, yüce rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklar:

وَاِذَا قٖيلَ لَهُ اتَّقِ اللّٰهَ اَخَذَتْهُ الْعِزَّةُ بِالْاِثْمِ فَحَسْبُهُ جَهَنَّمُوَلَبِئْسَ الْمِهَادُ

“Ona “Allah’tan kork” denildiği zaman, gururu onu daha da günaha sürükler. Artık böylesinin hakkından cehennem gelir. O ne kötü yataktır!” (Bakara, 2/206)

Üstat Bediüzzaman; “Her bir günah içinde küfre giden bir yola vardır” diyor ve şeytanın en büyük marifetinin kişiye kendisini ve işlediği günahı inkâr ettirmek ve onu savundurmak olduğunu söylüyor. Evet, bir yasağı işlemek sadece günah olduğu halde günahı hafife alıp inkâr etmek ve günah işlemeyi bir hak, bir özgürlük olarak görmek, insanı küfre sokar.

Öyleyse bize düşen, nefisimizin avukatlığını yapmak değil; aksine onun savcısı veya hâkimi olup, yanlışının boyutlarını düşündürüp sakındırmak ve hakka teslim edip yaptığı zulüm ve haksızlığa karşı onu korumak yerine hak namına mahkûm etmektir. Bu yüzden daima günahtan sakınmak esastır ve bizden önceki ümmetler bu sözü verdikleri halde sonradan keyfi olarak bozdukları için azapla tehdit edildiler:

وَاِذْ اَخَذْنَا مٖيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ

“Bir vakit de sizden söz almıştık ve Tur’u üstünüze kaldırıp demiştik ki:

خُذُوا مَا اٰتَيْنَاكُمْبِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا فٖيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

“Verdiğimiz Kitaba sımsıkı sarılın ve içindekilerden gafil olmayın ki, günahtan sakınmış olasınız.” (Bakara, 2/63)

Bu ikazı yapan yüce Allah (c.c), bizim de günahları ve verdikleri sözü bozmaları sebebiyle helak edilen, sapkınların durumuna düşmememizi önlemek, onlar gibi olmamızı istemediği için yapmaktadır. Yoksa maksat eskilerin hayat hikâyelerini anlatıp eğlendirmek ve hoş vakit geçirtmek değildir! Zaten Kur’an, öğüt alanlar için bir uyarı ve bir öğüttür:

هٰذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقٖينَ

“Bu (Kur’an), insanlar için bir açıklama, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet ve bir öğüttür.”(Âl-i İmran, 3/138)

Biz de hem öğüt almaya hem de öğüt vermeye devam edeceğiz; belki aklını başına alıp düşünen ve öğüt alıp faydalananlar olur…