Konuşmak ve Sorumluluk

Konuşmak, halka hitap etmek, kitleleri coşturmak vepeşinden sürüklemek bir sanat ve kabiliyet işidir. İncitmeden konuşmak, kin ve nefret tohumları ekmeden, arkanda düşmanlar üretmeden, lânete ve bedduaya sebep olmadan gönüllere hitap etmek; sadece iman ve samimiyetten doğan bir sorumluluktur. İman ve samimiyetten nasibi olmayanlar ise konuşunca her şeyi teper devirir. Arkasında bir sürü yıkık-dökük harabeye çevirdiği gönül ve bir sürü lanet ve beddua bırakır; kin ve nefret tohumları eker gider…


Bu yüzdendir ki, Rasülullah (s.a.v); “iki diliyle iki bacağının arasına sahip çıkmaya” dair birçok ikazlarda bulunmuş, sahip çıkabileceğine söz verenlere de cennete girmez sözü vermiştir. İnsanın başına ne gelirse dilinden gelir. Çünkü konuşulan hiçbir söz kaybolmamaktadır:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında (yaptıklarını) gözetleyen (ve kaydeden) hazır bir melek bulunmasın.” (Kaf, 50.18)

Mümin, konuşacağı zaman iyice düşünür, herhangi bir kimseye veya sözünden dolayı kendisine bir zarar gelmeyeceğine ve bir vebal yüklemeyeceğine inanırsa öyle konuşur. Aksi halde susar. Münafık ise, sözünün neye mal olacağını, nereye varacağını, kimin kalbini zehirleyeceğini beynini tahrip edeceğini düşünmez; cahilce, pervasızca konuşur. Bu konuya işareten Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Mü’minin dili, kalbinin arkasındadır. Konuş­mak istediği zaman kalbiyle onu düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir. Münafığın dili, kalbinin önündedir. Bir şeyi kastetti­ğinde diliyle söyler, kalbi ile düşünmez.” (Heraiti)

Hz. Ebubekir (r.a)’ın, ağzına küçük taşları koyup nefsini konuşmaktan onlarla men ettiği de nakledilmektedir. Neden böyle yaptığı sorulunca, Hz. Ebubekir (r.a), diline işaret ederek şöyle buyururmuştur:

“Beni tehlikelere sokan budur.”

Rebi bin Haysem’in de şunları söylediği nakledilmektedir: “Sabah olduğu zaman, yanına bir kalem, bir de kâğıt alır­dı. O gün ne konuşursa yazardı, saklardı; akşam olunca da nefsini hesaba çekerdi.”

“Bugün bunu yapan kim veya kaç kişi vardır acaba?”

Bunu yapmak için ille de Hz. Ebu Bekir (r.a) olmak gerekmiyor elbette. Her konuşmasıyla binlerce gönül inciten, kalp kıran, insanları saptıran ve arkasında beddua ve lanet bırakanlar, bunun hesabını nasıl vereceklerini çok iyi düşünmelidirler.

İbni Ömer (r.a) şunları anlatıyor: Sa’d İbni Ubâde (r.a) hastalanmıştı. Resûlullah (s.a.v), Abdurrahman İbni Avf, Sa’d İbni Ebû Vakkâs ve Abdullah İbni Mes’ûd ile birlikte Sa’d’ı ziyarete geldi. Yanına girdiğinde onu elem ve ıstırap içinde, ailesi tarafından etrafı kuşatılmış bir halde buldu. Bunun üzerine:

“Öldü mü?” buyurdu.

– Hayır, ey Allah’ın Resûlü (ölmedi), dediler.

Resûlullah (s.a.v), (Sa’d’ın bu ağır durumuna üzülerek) ağladı. Nebî (s.a.v)’in ağladığını görünce oradakiler de ağladılar. Bunun üzerine Resûl–i Ekrem:

“Bilmez misiniz, gerçekten Allah, gözyaşı ve kalbin hüznü sebebiyle insana azap etmez. Fakat –eliyle diline işaret ederek– işte bunun yüzünden azap eder veya bağışlar” buyurdu.[1]

Kurtuluşun nasıl olacağını soran Ukbe İbni Amir’e Hz. Peygamber (s.a.v): “Diline hâkim ol, evini geniş­let, hatalarına da ağla (tevbe et)” cevabını vermiştir. Başka bir rivayette de, Rasülullah (s.a.v); Fadl’a hitaben:

“Ey Kardeşimin oğlu! Bu öyle bir gündür ki, kim bugünde kulağına, gözüne ve diline sahip olursa mutlaka bağışlanır” buyurmuştur.

Bu rivayeti Ahmed (I, 356), Sekin b. Abdilazîz an ebîhi an İbni Abbâs senedi ile tahrîc etti. Münzirî’ye göre isnadı sahihtir.

Rudânî, Büyük Hadis Külliyatı, Cemu’l-Fevâid, İz Yayıncılık: 2/156.


[1] Buhârî, Cenâiz 45, Talâk 24; Müslim, Cenâiz 12.